Son Yazılar

Futbol

basketbol

diğer sporlar

5 Aralık 2014 Cuma

İngiltere'nin DNA'sı değişecek

FA, İngiltere Milli Takımı'nın DNA'sını değiştireceklerini açıkladı

İngiltere Futbol Federasyonu, 66'dan beri bir büyük turnuvada başarı elde edemeyen İngiltere Milli Takımı'nın gelecek büyük turnuvalarda beklentilerini artıracak yeni çözümler ortaya koydu. Perşembe günü açıklanan "İngiltere DNA Programı" Almanya ve Belçika modellerinden esinlenerek hazırlandı. Programın özü "İngiltere'yi üst düzey başarılara taşıyacak futbolcuların gelişiminde dünya çapında bir yaklaşım oluşturmak".

"England DNA" nedir?

U15 seviyesinden başlayarak A Milli Takıma kadar yükselmesi beklenen genç yıldız adaylarının aldığı eğitimi geliştirmek. Bu yaklaşım sayesinde tüm alt yaş kategorilerinin A Milli takım ile aynı oyun tarzını ve planını benimsemesini sağlamak.

Ele alınacak 5 ana madde var: Biz kimiz? Ne oynuyoruz? İngiltere'nin geleceği? Nasıl eğitiyoruz? Nasıl destekliyoruz?


  İngiltere'nin 2014 Dünya Kupası'nın ilk iki maçını kaybetmesi tarihinde bir ilk oldu

Bu fikir nereden geldi?

Yaklaşık bir yıl önce bir futbolcunun u15 seviyesinden A Milli Takım'a çıkana kadar ne gibi aşamalardan geçtiği incelendi. İngiltere'nin nasıl oynamasını istediklerine, oyuncuların nasıl eğitildiğine ve nasıl desteklendiğine bakıldı. Erkek Milli Takımı'nın başındaki Roy Hodgson ve Kadın Milli takımının başındaki Mark Sampson Premier Lig ekiplerinin görüşlerini değerlendirdi. Bu metodu uygulayan ülkeler dikkatle incelendi ve en başarılı olan ülkeler ile İngiltere arasındaki farklar-ilişkiler masaya yatırıldı.

Genç futbolculara İngiltere adına forma giymenin keyifli bir iş olduğu düşüncesini yerleştirmek ve as takıma çıkmadan önce turnuva ortamını-heyecanını tatmaları planlanıyor. İngiltere adına forma giymenin onlar için ne anlam ifade ettiği sorulacak ve hatta hepsine İngiltere DNA programının anlamını taşıyan birer bileklik verilecek (çocuklar için bileklikte flaş bellek de olacak:)



Neler değişecek?

İngiltere'nin milli takımı her zaman tutku- savaşma ruhu ve mücadeleden ilham almıştır ancak bu yeni program ile birlikte bu özelliklerin yanına artık! yaratıcı ve teknik kapasitesi yüksek İngiliz futbolcuların da gelmesi bekleniyor.

Tüm ülkeler aynı sistemi mi kullanıyor?

Hayır. Sistemler değişebilir üzerinde oynamalar yapılabilir. İngiltere bu işi "İngiliz usulü" yapmayı planlıyor. Elit Gelişim Direktörü Dean Ashword : "Ülkeler birebir aynı düzende olmadığı için Almanya ve Belçika'da rahatça oturan bu sistemler bizim ülkemizde sıkıntı yaratabilir. Bunu zamanla gözlemleyip problem yaratan yanlarını kendimize göre yeniden kuracağız. Bu iki ülke federasyonlarından önemli insanlar bu konuda bizlere yardımcı olacak. Onların direktifleriyle ilerleyeceğiz. Örnek aldığımız iki felsefe, bizim kendi felsefemizi yaratmamıza yardımcı olacak." diyor.

Sadece futbol ile ilgili değil, futbolcuların okul eğitimleri ve sosyal hayatlarıyla da ilgilenilecek.

Anıl Güler
@anilgulerr
NOT: Yazı BBC'den Mike Keegan'a aittir. Ben sadece çevirdim.

Devamını oku...

19 Kasım 2014 Çarşamba

Üstün Yetenekle Başa Çıkmak


Futbol değişti en klişe lafı oldu günümüz futbolunun. Endüstriyel soyadını futboldan fazla telaffuz eder olduk. Hep dış faktörlere tıkılıp kalıverdik, futbol dışı olanlara. Asıl önemli olan da değişti tabii. Saha içi standartları, algıları da alt üst oldu zamanla. Güzelim futbolda nihayet genç anlayışı da değişti artık. 25 yaşındaki genç Semih Şentürkler tarihe karışırken, 20 yaşındaki genç Hakan Çalhanoğlugiller ele geçirdi futbolu. Eskidendi o 23 yaşındaki genç yıldız nidaları.



23 yaş yeterince pişmiş görülüyor, dört bir yanda güzel servis edildiği için de kimseye absürd gelmiyor bu durum haliyle. Kafa olarak olmasalar da fizik olarak pişiriliyor tabii bu yetenekler. 20-21 yaşındaki yıldız adayları alt lig takımlarına kiralanıp kafa olarak da olgunlaşmaları hedeflenirdi. Şimdilerde ise gençler takımın eli ayağı oluveriyor, veteran olarak adlandırılan futbolun gediklileri ise futbol hayatının jübileye yakın kesimlerini bu gençlere adıyor. Günümüzün asıl olayı güncel olmaktan çıkıp potansiyele döndüğü için bütün bu çaba. Döner sermaye de potansiyelin peşine düşmeye başladı artık. Cristiano Ronaldo ve Falcao gibiler için ne kadar para saçılıyorsa artık potansiyelli genç için de bir o kadar harcanıyor. Hazard henüz hiçbir şey kanıtlamamışken 30 milyonlara Chelsea yolunu tutarken, 1993 doğumlu Lukaku tarihi boyunca bu tür toplara hiç girmemiş olan Everton’a 35 milyon bedelle transfer olup rekorlar kırarken bu işlerdeki asıl strateji “bulduğun yeteneği kaçırma”  idi tabii ki. Uzun uğraşlar sonucu Dünya’nın bir diğer ucunda keşfettiğiniz oyuncuyu getirseniz dahi oynatamadıktan sonra hiçbir anlamı kalmıyor o scout ekibinin. Henüz mental olarak kocaman bir soru işareti barındıran bu çocuklara çuval dolusu para ödenip yeterince baskı uygulanmıyormuş gibi bir de bu çocuklardan lig şampiyonlukları, Avrupa şampiyonlukları getirmeleri bekleniyor. Madem hedefler bunlar, hedef doğrultusunda takıma bir de lider gerekiyor. Fark yaratacak unsur parayı basıp yıldız adayı getirmek değil, oynatabilerek potansiyeline ulaştırmak. Chelsea ve Everton gibi sağlam temellere dayanan kulüpler bunu rahatlıkla başarıyor çünkü bu işin kitabını yazmış adamlar tarafından yönetiliyorlar. Yönetenden kastım başkan değil tabii, bizim pek aşina olmadığımız bir futbol bileşeni; menajer kültürü.

Üstün yeteneklerle baş etmek önemli meziyettir lider için. Yılda milyonlar kazanan adamlara hükmetmek her yiğidin harcı değil. Oyuncu gibi milyonlar kazanmak bu sorunu ortadan kaldıramaz tabii, ne yazık ki böyle de bir algı var.
Liderlik vasfı çözümü sunar menajere. Stili vardır yetenekli menajerin. Farkı vardır ki oyuncudan malzemeciye kadar kulübün taşına toprağına hissettirsin. Başkan, yönetici gibi iş adamları değil gerçek futbol adamlarıdır menajerler. Uzunca giriştiğim bu üstün yetenekle baş edememe sorununun püf noktaları vardır liderler için. Yeteneği sahiplenir, o aday için yılların birikiminden vazgeçip fedakarlık yapabilir ve beklentiyi kucaklayabilir. Asla bunun kolay olduğunu savunmuyorum. Zorluğundandır ki Manchester United’ın bir tane Alex Ferguson’u, Liverpool’un bir tane Bob Paisley’i, Arsenal’in bir tane Arsene Wenger’i var. Liste daha uzamadan bölünelim.

Yeteneği Sahiplenmek


Oyuncular kulüple özdeşleşebilir ama kulübün önüne geçemezler. Bu felsefeyi sağlayan adamdır menajer. Sir Alex Ferguson Manchester United’daki krallık döneminde bunu en somut haliyle hissettirmeyi başarmıştı herkese. Yıldızına sahip çıkmış ama yeri geldiğinde de önündeki en büyük engel olmuştu. Eric Cantona Manchester ile özdeşleşmiş, yeniden doğmuş ama asla kulübün önüne geçmemişti. Beckham ve Ronaldo gibiler mi? Onlar spot ışıklarını seçmişlerdi.

Futbol dünyasında üst düzey yetenekleri en başarılı şekilde yoğuran menajerlerden biri olan Jose Mourinho yeteneği sahiplenme konusunda şunları söylüyor: “En zoru yetenek sahibi olmamak! Özel yeteneklerle çalışmayı asla ve asla dert etmedim. Böyle bir sorunum hiç olmadı. İnsanların bunu sorun olarak görmesini ya da elinde bir tane varken iki, üç ya da dört tane olamayacağını söylemesini hiçbir zaman anlamadım. Ben 11 özel yetenek istiyorum! Belki şanslıydım belki değildim ama bunu asla sorun etmedim.”
Mourinho şanslıydı veya değildi ama başarmıştı. Sesi yeni yeni kalınlaşan çocuklarla Porto’yu, şimdilere kıyasla doymuş ve veteran bir İnter’i, yıldızlar topluluğuyla da finalde başında olmasa da Chelsea’yi Şampiyonlar Ligi şampiyonu yapmıştı. Uzun lafın kısası başarmıştı her seferinde. Eleştirilerin odağındaydı her zaman fakat kimse onun oyuncularıyla yaşadıklarını değil, deyim yerindeyse futbolu bizlerden farklı görüşünü eleştiriyordu.  

Üstün yetenek girişimin ilk adımıdır. Girişimci lider için ise tam bir fırsat. Hoş karşılar onu ve göğsünü gere gere söyler: “ İyi sonuçlar alıyorum çünkü iyi oyuncularım var!” Bu Mancini’nin Manchester City’deki zafer dolu dönemine ait sahiplenmenin sözü. Birçoğunuz ‘o kadar para bende olsa ben de şampiyon yaparım’ diyebilir fakat o kadar çok para olduğu için yapılamıyor ya zaten.

Alçakgönüllülük ve Değişime Açık Olmak

Oyuncular kulübün önüne geçmemeli felsefesi menajerler için de aynı önemi arz ediyor. Zaferlerden sonra spot ışıklarına menajerin çıkması da uzun vadede sorun teşkil eder. Elindeki üstün yeteneği kaybetme riskini artırır ister istemez. Siz bir takımda Fatih Terim iseniz, 61 yaşına da gelseniz kanıtlamaya çalıştığınız bazı değerler var ise eninde sonunda kaybedersiniz bu yüzden.
Alex De Souza yakından tanıdığımız hüzünlü örneklerden birisi. Bazı planlar, zaferler ve mucizeler Alex’ti fakat inkar edildi zamanında. Üstün yeteneğin üzerine kurulmuş bir sistemi inkar eden liderin yenilgiyi yaşaması kaçınılmaz oldu. Bizim için büyük, Dünya için küçük bir başarımdan sonra ise menajer geçti kameraların karşısına, herkes de ‘işte inanılmaz sistem’ diyebildi ya hatırladıkça ciğerim sızlar.

Bu konuyu elle tutulur hale getirecek örnek ise dönemin Queens Park Rangers menajeri Neil Warnock ile takımın yıldızı Adel Taarabt’ın hikayesi. Neil Warnock 62 yaşına kadar hiç üstün bir yetenekle çalışmamış bir menajer. İlk kez Adel Taarabt’la tanışmıştı dahi bir oyuncu olarak. Taarabt ise Fas’ın geleceği parlak oyuncularının başında geliyordu o dönemde. Topu çok seven, iki çalım atmadan topu ayağından çıkarmayı sevmeyen cinstendi. Neil Warnock QPR’daki ilk antrenmanına çıktığında önceki teknik ekipten kalan isimler Warnock’a oyuncuları tanıtırlar. Bilgilendirme yapılırken de Taarabt’ı göstererek “Bu Faslı oyuncu senin sonun olacak, önceki iki menajer onu çalışmadığı için yedek bıraktı ve sen de aynısını yapacaksın aksi takdirde yine kovulacaksın. O bu takım için lüks” derler. QPR da o sıralar 12. sırada ve küme düşmeme mücadelesini ufak ufak hisseder. Takımın gol atma konusunda beceri sıkıntıları olduğu için geleceği pek de parlak görülmez. Taarabt bu iş için biçilmiş kaftan olmasına rağmen bir türlü fayda sağlanamaz ondan. Kaybedilen bir maçın ardından Warnock onu kenara çeker ve aralarında şöyle bir diyalog geçer:

Warnock: Seni oynatırsam beni kovduracak mısın? Tam bir baş belası olduğunu söylüyorlar.

Taarabt: Hayır, doğru değil.

Warnock: Ama antrenman yapmadığın için her menajerin kovulmasına sebep olduğunu söylediler.

Taarabt: Elbette antrenman yaparım!

Warnock: Tamam, seni sezon sonuna kadar her maçta oynatacağım. Kötü oynasan bile bir sonraki maçta sahada olacaksın. Sen benim tacımdaki minik mücevher olacaksın.

Taarabt: Hayır, anlamadım.

Warnock: Seni futbolcu yapacağım.

Taarabt: Neden?

Warnock: Çünkü sana inanıyorum ve iyi olacaksın.

Bu diyalogdan sonra Warnock gerçekten dediğini yaptı ve sezon sonuna kadar Taarabt’ı her maçta oynattı. Onu kazanmak için kendi 20 yıllık menajerlik birikiminden, felsefesinden vazgeçti. Takımını Taarabt’ın üstün yetenekleri konusunda ikna etmeyi başardı ve ona bir güven ortamı sağladı. Tabii Taarabt’ın takıma zarar veren yönlerini ortadan kaldırmalıydı ondan verim alabilmek için. Takıma ilginç bir kural getirdi ve uygulamayan oyunculara cezalar verdi. O kural da Taarabt’a kendi yarı sahalarında pas atmamaktı. Her şey çok basitti aslında. Taarabt iki çalım atmadan topu ayağından çıkarmayanlardandı ve bunu takım hücuma kalkarken de yapıyordu. Rakibine bacak arası atmaya çalışırken başlamadan bitirdiği hücumlardan, sebep olduğu kontralardan, yedirdiği gollerden kurtulmak için ona kendi yarı sahalarında pas atmayı yasakladı. Taarabt’tan tam verim alarak başarıyı sağladı. Taarabt’a Yılın Futbolcusu ödülünü, takımına da Premier Lig’e yükselme keyfini yaşattı Neil Warnock. Taarabt’ı söylediği gibi tacındaki minik mücevheri yapmayı başardı. Takımı için kendinden ödün verdi, tüm felsefesini üstün yeteneği için değiştirdi ve bunu söylemekten asla çekinmedi. Başarı anında ise spot ışıklarının önüne üstün yeteneği Taarabt’ı geçirerek alçakgönüllü olmayı da bildi. Kısaca iyi bir lider nasıl olmalı sorusuna yanıt oldu.

Beklentiyi Karşılamak

Drogba, Roberto Carlos, Guti gibi futbolun ciğerine işlemiş oyuncuları izlemek için mabedleri doldurdu zamanında Türk seyirciler. Yıldızlar sahaya adımını atar, alkış kıyamet kopardı. Yıldızların ilk günlerinde o sahaya çıkmaları bile yeterdi taraftar için. Ya sonra? Aradan vakit geçtikçe sarhoşluk geçmeye başlar, bekleneni veremeyen yetenek homurdanmalara yol açar. Tuzu yerinde olan çorbanın içine tansiyon hastalarına tepki olarak giriverir bir anda. Liderin en kritik görevlerinden biri de bu soruna yerinde müdahale etmek. Bu yıldızlar için ideal ortamı hazırlamalı, beklentiyi dengeli şekilde aktarmalı. Kötü performansın düşük beklentiden mi aşırı beklentiden mi kaynaklandığını analiz edip oyunculara özel bir şeye sahip olduklarını yeniden hatırlatmalı. Aksi takdirde doymuşluğa yenik düşer elindeki üstün yetenek.
Kazanım odaklı düşünce yapısında elindeki üstün yeteneği kaybetmemek uğruna imtiyaz tanımak da bireyden önce takımı bitiren etkenlerden birisi. Saydıklarım gibi cinsten yetenekler ise bu oyuncular zaten aldıkları maaş ile dengeleri alt üst ederek giriş yapıyorlar takıma. Sergen’in Beşiktaş’taki son yıllarını hatırlarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Bir anda seviye düşüvermişti Beşiktaş, belki de Sergen’in yaşadığı ve yaşattığı yetenek sarhoşluğundan dolayı doğan dengesizlik sonucu.

Menajerlik yeteneğini sadece saha içindeki taktikler bütününü oluşturmayla sınırlamanın Avrupa genelinde bize has bir görüş olduğunu düşünüyorum. Başkanlar, yöneticiler, idari kesimler menajerin yetki alanına o kadar çok müdahale ediyor ki menajere sadece teknik, taktik kalıyor. (Onların bile kalmadığı kulüplerimiz var ki vay hallerine.) Kötü gidişin de sorumlusu teknik ve taktik oluyor tabii. Tam yetkiye sahip olabilse bizim ülkemizin takım liderleri belki de tarzı ve yapmak istedikleriyle istikrar sağlayabilecekler. En azından denemeye değer diye düşünüyorum sevgili okur, bir ülke sporunda daha fazla ne kaybedilebilir ki?



Devamını oku...

13 Kasım 2014 Perşembe

Gerçeklerle Yüzleşmek

Mesele rakibin kim olduğu değil artık. İzlanda, Çek Cumhuriyeti, Letonya, Brezilya… Fark etmiyor; Türkiye Devleti’nin A Milli Takımı ve bu seviyeye layık görülen futbolcular sahada sonuna dek savaşmadıkça Brezilya veya amatör bir takımla oynanması da fark etmeyecek.

Bir ülkenin genel halini anlayabilmek için futbol stadyumlarına bakın derler. Önceki akşam Şükrü Saracoğlu stadyumundaki taraftar isyanda, memnun değil. Futboldan önce gösterilen idareten çabadan memnun değil. Ortada çok büyük bir sorun olduğu aşikar ancak saha içindekilerin ya da dışındakilerin bu sorunu çözmeye yönelik bir çabası yok. Maç içinde ve maç sonunda 55.000 Türk seyircinin bağrına bastığı Brezilya, adeta ev sahibi gibi oynadığı Kadıköy’de Türk Milli takımını sahadan sildi. Fatih Terim, Hamit Altıntop tepkili: “Kendi oyuncumuzu yuhalamak olmaz…” Tabi ki olmaz ama herkesin bir dayanma sınırı var, bu halk futbolu çok seviyor bu halk futbola aşık, bu halk futbolla gülmek istiyor. Tribünler artık bir reaksiyon bekliyor, bir futbolcunun çıkıp isyan bayrağını çekmesini bekliyor ama göremiyor, ıslıklar yuhalamalar bu yüzden. Hiç kimsenin Brezilya ile aşık atalım diye bir derdi zaten yok. Yenilirsin, hatta 4-5-6 yersin ama öyle bir ruh koyarsın ki ortaya, tribünler işte o zaman yuh çekmez teselli için alkışlar. Bu çabayı gösterebilecek tek futbolcumuz Arda Turan ancak maç içinde elli kere pozisyon değiştiren ve tüm toplar kendisine kalan futbolcumuzun da tek başına yapabilecekleri kısıtlı.

TEMCİT PİLAVI

Bir tutturduk 10 yıldır yeniden yapılanıyoruz. Sonuç ortada, Umut Bulut, Bilal Kısa, Volkan Demirel, Hamit Altıntop… Biz yeniden yapılanmayı çok tersten anlamış olmalıyız. Artık Fatih Terim’in söylediği gibi gerçekten “gerçeklerle yüzleşmeliyiz”, tabi önce Sinyor Terim yüzleşmeli. Bakın Şili’den Uruguay’dan Afrika’dan aldığı çocukları her yıl dünya çapında kulüplere pazarlayan Udinese'nin altyapı koordinatörünün bir sözü vardır: “Bir futbolcu 14 yaşına kadar ne alacaksa alır, 15 yaşından sonra iş işten geçmiştir” Eğer futbola bu bakış açısıyla yaklaşırsak bir şeyleri düzeltebiliriz. Yani 17 yaşında efsaneler yaratan Youri Tielemans’tır genç yetenek, 23 yaşındaki Semih Kaya değil.


Oyuncularımızın sahada ayakları titriyor, temel teorik bilgiden yoksunlar, hak etmedikleri halde milyon Euro’lara transfer oluyorlar, hadlerinden fazla ilgiye alakaya tabiiler, %90’ı İngiltere-Almanya-İspanya liglerinde ancak 3.ligde kendilerine yer bulabilecekken ülkemizde “büyük” takım forması giyip milyonlar kazanıyorlar, futbolcudan önce futbolcuyu yetiştirecek hoca yetiştiremiyoruz, futbolculuğu biten kursa bile gitmeden pat diye teknik adam oluveriyor, Enes Ünal’ın yabancı yaşıtları ülkelerinin A Milli takımlarında as forvet olarak çıkıyor, altyapıya gerekli yatırımı yapmıyoruz, zihniyetimiz karanlık, ülkenin genel halet-i ruhiyesi karanlık… Yüzleşecek o kadar çok gerçek var ki, hemen şuan başlasak ancak 10 yıl içinde düzlüğe çıkabiliriz.

Anıl Güler
anilguleritu@gmail.com
Twitter: @anilgulerr

Devamını oku...

5 Kasım 2014 Çarşamba

Maslow Amca ve Futbol Bağlamı


İnsanın doğduğu andan başlayan zorunlu ve daha sonra ise ilerleyen yaşamı ile çeşitlenen ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar bilim adamları ve araştırmacılar tarafından ilk olarak ikiye ayrılmış. Bunlardan ilki birincil ihtiyaçlar, diğeri ise ikincil ihtiyaçlar. Daha sonra Maslow amca diye biri çıkıp bu iki ayrım yetersizdir deyip bir ihtiyaçlar dizisi oluşturmuş. İşte o liste:



Bu listede anlatılmak istenen bir insanın ihtiyaçlarının, geçişler bu kadar net olmasa da sıralamasının yakın çerçevede böyle olduğudur.

Benim teorim ise futbolun bu çerçevede yeniden düzenlenmesi gerektiği. Olabildiğince madde madde açıklamaya çalışacağım. Ve bu liste fiziksel gereksinimlerden başlayıp, kendini gerçekleştirme basamağına ulaştığı için ben de ilk aşamadan başlayıp sona doğru ilerleyeceğim. Ve bu anlatı sırasında tüm bağlantılarımı futboldan seçmeye çalışacağım.

1- Fiziksel Gereksinim

Bizim ilk başta bu oyunu öğrenmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Oyunun varlığından haberdarız ama ne yazık ki kör dövüşü şeklinde bir şeyler yapma çabasındayız. Ama olmadığını ne zaman fark edeceğiz açıkçası bilmiyorum.
Fiziksel gereksinimde oyunu oynamak için fiziksel yeterlilik aramalıyız. Son zamanlarda futbol medyasında bolca geçen bir konu, kondisyonlar, maç içerisinde koşu mesafeleri, faydalı koşular, dribblingler… Bu veriler işe yarar şekilde geliştirilmediği sürece bu iş dünya standartlarında yapılamayacak. Artık bunu kafalarımızın alması gerekiyor. Çünkü rakip bizden bire birde daha güçlü, her ikili mücadelede oyunda kalıyor. Yan yana yapılan koşularda bizim oyuncumuzun dili çıkarken, rakip futbolcu posta dağıtan postacı havasında gayet rahat deparını atıyor.

Hepimiz biliyoruz, Arda A.Madrid’e ilk gittiği zaman fiziksel yeterlilik sağlayamadığı için futbol oynayamadı. Çünkü Avrupa futbolunda bu işin bazı standartları vardı. Ve yetenekten önce (ki üstün yeteneğe sahip insan sayısı çok az) fiziğinin saha içi istenen performansı için yeterli olup olmadığına bakılıyordu. Arda takıma ancak fiziksel açıdan kendine bir şeyler kattıktan sonra takıma katıldı. Yani vücut olarak fit bir yapıya kavuştu. Fazla kilolarından kurtulması sağlandı. Aynı olay Emre için de geçerli tabii. A.Madrid’e sadece 6 aylığına gitti fakat ciddi anlamda zayıflamış halde Türkiye’ye döndü.

Daha sonra bir oyun sistemi, bir akıl geliştirilmesi gerekiyor. Pas mı oynarsın, yoksa konrta atak takımı mı olursun ya da bambaşka bir mantığa mı sahip olursun artık orası sana kalmış.

2-Güvenlik Gereksinimi

Saha içerisinde bunlar olacakken, tribüne gelen adamın da sahaya madde atmamayı öğrenmesi gerekiyor. Atınca hem kendisinin, hem kulübünün zarar gördüğünü ve eline hiçbir şey geçmediğini anlaması gerekiyor.

Burada ben ilk basamak geçildikten sonra ikinci kısmın daha kolay elde edileceğini düşünüyorum. Sahada birşeyler görmeye başlayan, bir kıvılcım hisseden seyircinin olumlu yönde evrileceği kanaatindeyim.

İlla ki arada çürük yumurtalar çıkacaktır. İşte o zaman da gerçek güvenlik gereksinimi oluştu demektir. Spor mahkemeleri devreye girmeli ve stadlardan sporun her branşından uzaklaştırılmalıdır böyle zihniyetler.

3- Sevme-Sevilme Gereksinimi

Bu esasında farklı anlaşılabilecek ve her okuyanın farklı yorumlayacabileceği cinsten bir başlık. Benim insiyatifime göre bu oyun bizde sevilmiyor. Futbolu seviyoruz deyiminin yanlış bilinen bir gerçek olduğuna inanıyorum. Çoğumuz futbola holiganizm düzeyinde ilgi duyuyor ve sadece kendi takımını destekliyor. Aslında sayılarda beni savunuyor diyebilirim. 20 Yaş Altı Dünya Kupası seyirci ortalamalarını size aktarmam, futbolu ne kadar sevdiğimiz konusunda fikir sahibi olmamız için yeterli olur diye düşünüyorum.

Ülkeler
Türkiye(2013)
Kolombiya(2011)
Mısır(2009)
Kanada(2007)
Seyirci Ort.
4828
25191
24915
22989

4- Saygınlık Gereksinimi

Konu buraya geldiğinde bir hayli tıkanıyor. Ne futbol oynabiliyoruz doğru dürüst, ne de güvenli bir ortam yaratabiliyoruz bir de üstüne yetmezmiş gibi zaten futbolun kendisini sevmiyoruz. Ama ne hikmetse tüm varlıklardan Dünya 3.’sü olmuş bir ülke neferleri olarak saygı bekliyoruz. İddaada avrupa maçlarında bize yüksek oran rakibe düşük oran verilince hayıflanıyoruz. Hatta şaşırıyoruz yok artık diye.

Çoğumuz da her gece yatmadan önce Avrupa’da kaldırılacak bir kupa hayali kuruyor. Ya dünya standartlarını görmüyoruz ya da görmek işimize gelmiyor. At gözlüğü ile süper ligimize odaklanıp dünyaya ahkam kesmeyi bizim için makul bir başarı sayıyoruz.

5- Kendini Gerçekleştirme

Bu madde zaten bizim ülkemiz için absürt kaçar ama ben yine de açıklıyayım. Bu mertebe, futbolla yatıp futbolla kalkma mertebesidir. Hayatını bu işe adayacak kadar sevmek ve futbolda yetkin bir insan olabilmek için gerekli her şeyi yapma durumudur. Yani bir Mourinho’dur, ya da bir Güntekin Onay’dır.

Tek ricam bu yazıyı Türk futboluna genel bir eleştiri olarak algılanması. Özele indirgemek isterseniz eğer kulüp rencide etmek gibi bir derdim yok; fakat yazıyı okuduktan sonra Dortmund-Galataray maçını bir de bu gözle izleyiniz.



Ahmet Erdoğan
Kocaeli Üniversitesi Metalurji Malzeme Mühendisliği
amet-erdgn@hotmail.com



Devamını oku...

3 Kasım 2014 Pazartesi

Beşiktaş Gururlu Fenerbahçe Mutlu

Fenerbahçe Ülker geçtiğimiz günlerde Yunanistan’da Pana deplasmanında resmen bozguna uğradı. Bu maçtan sonra Obradovic’in yaptığı açıklamalar arasında aynen şu sözler vardı: “Herkes benim takımlarımın sonuç ne olursa olsun savaştığını bilir. İnsanların önüne koyduğumuz görüntüden utandım. Taraftarımız kombine rekoru kırdı. Bizi her yerde destekliyorlar. Şimdi onlara ne söyleyeceğim.”

Bu, taraftarın takımlarında en çok görmek istediği duygu olan mücadeleci yapının eksikliğine sitem eden bir açıklamaydı ve çok iyi bir tespitti. Hemen birkaç gün sonra oynanan derbi ise tam taraftarın ağzına layık bir derbi oldu. Takım kaliteleri, gerçek performansları her zaman tartışılır biliyorum ama sahada mücadelenin görülmesi, 3 puanı kaybetse de Beşiktaş taraftarını mutlu etti. Hatta maç sonunda, 10 kişi kalmasına rağmen maçın ikinci yarısı çok inançlı futbol oynamaya çalışan oyuncularını tribünlere çağırarak teselli etti. Fenerbahçe açısından baktığımızda Sarı Lacivertliler daha doğru hamleleri yapan taraftı ve bu hamleler 3 puanın kapısını araladı. Deplasman kabusu, derbi galibiyetiyle bir anlamda rüyaya dönüştü.


Necip…

Maçın başlangıcı itibari ile gözüm Necip’in üzerine odaklandı. Çünkü orta saha orjinli Necip’in sağ bek oynamasını her zaman yadırgadım. Daha önce yine bu satırlardan Anıl arkadaşımızın Melo niye stoper oynamaz analizi vardı. Bu durumun Necip için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Hamle yapmaya alışkın oyuncu bekte adam takip etmekte zorlanır. Çünkü hamle yapar ve tutmasını bekler. Tutmadığı zaman koşu temposu da yoksa Alper ya da Caner’den defalarca çalım yer. Çalım yediği ile kalmaz Alper’in daha maçın başında asist yapmasına neden olur. Hadi gol telafi edilir dediniz; takımının 10 kişi kalmasına neden olur. Biliyorum kırmızı kartı gören Olcay’dı fakat iki kart pozisyonunda da rakip takibi sırasında faul yaptı ve bu faullerin nedeni Necip’in etkisiz kalması idi.

Tam da bu nokta da İsmail Kartal’ın Alper tercihinin ne kadar önemli olduğunu belirtmek isterim. Alper top ile beraber dripling yapabilen, adam eksiltebilen ya da faul alabilen bir yapıya sahip. Bu özellikleri iyi gününde olan Caner ile birleşince harika bir sol kanat performansı ortaya çıktı. İlk yarıdaki farkı oluşturan ana etmen buydu.

10 kişi kalan Beşiktaş...

İlk yarının son dakikalarında Olcay, Emre’ye arkadan müdahalesi sonucu ikinci sarıdan kırmızı kart ile oyun dışında kaldı. Kartlar haklı ya da haksız; tartışılır ama hakem kararını doğru bulduğunu maç içerisinde defalarca gösterdi, tutarlı davrandı. Aynı yerde ikinci yarı, rakibe faul yapan Emenike’de çok sert olmamasına rağmen sarı kart ile cezalandırıldı.

Sanki ikinci yarıda 10 kişi kalan takım Beşiktaş değildi. Siyah Beyazlılar oyun kontrolünü eline aldı. Son pozisyonlarda başarılı olamasa da elinden geldiği kadar, gücünün yettiği kadar beraberlik golünü yakalamaya çalıştı. Bu süreçte Bilic de takımını saha içerisinde çok iyi dizilişler ile oyunda tutmayı başardı. Bir de ceza sahasında Mehmet Topal’ın Demba Ba’ya duran topta sarılması penaltıya yakın bir durumdu. Penaltı verilse oyunun rengi çok farklı olabilirdi.

Oyunun bu hale gelmesinde Fenerbahçe’nin geri yaslanması da etkili oldu tabi ki. Çünkü oyun mesafesi açılmadı ve Beşiktaş’ın eksikliği göze batmamış oldu. Son dakikalara doğru Bilic “ya herro ya merro” diyerek Pektemek’i de oyuna aldı. Ancak Fenerbahçe cezayı kesti, 2.golü bulup rakibin fişini çekti.

Emre faktörü !

Bu satırlarda en zor savunacağım insan Emre Belözoğlu’dur sanırım. Çünkü maç içerisinde agresifliğini kontrol edememesi sonucu çok hatalı hareketlere ya da davranışlara sürüklenebilen bir oyuncu kendisi. Yine maçtan sonra herkesin ağzında “Emre küfretti” cümleleri vardı. Tabi ki Emre’nin dün akşam yaptıklarını doğru bulmuyorum. Ama bitiş düdüğü ile beraber saydıran Mustafa Pektemek’e de birkaç kelam söz edin isterdim. Hep rakibe saydırmak olmaz değil mi? Doğru olan ikisini de bir arada dile getirmektir benim için taraf olmadan.

Ayrıca Emre konusuna şu açıdan da değinmek istiyorum. İkinci yarı Beşiktaş’ın oyuna bu kadar tutunmasının nedeninin; sarı kartından dolayı biraz çekinerek oynayan ve daha sonra oyundan çıkan Emre’nin de etkisinin olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu takım iyi bir Emre ile çok farklı oynuyor. Takım nasıl top çevirir, nasıl uzun atar, nasıl oyun açar Emre saha da iken bunlar çok rahat yapılıyor. Oyundan çıktığı zaman tüm takımın ayarı bozuluyor ve ortaya gerip bir şey çıkıyor. Fenerbahçe’de Emre boşa koysan dolmuyor, doluya koysan almıyor yani. Ne onsuz oluyor ne onla. Böyle durumlarda da Diego gerekiyor sanırım. Bu oyuncunun acilen takıma dahil edilmesi gerekiyor.

Sow- Demba Ba!

Gelelim haftanın sorusuna. Aralarında tatlı bir atışma konusu bile oldu. Sow mu, Demba Ba mı diye. Benim cevabım bu soruya çok net. Cevap; Emenike! Yeter ki top ezmesin ve pas versin saha da çok fark yaratan bir oyuncu oluyor.

Ahmet Erdoğan
Kocaeli Üniversitesi Metalurji Malzeme Mühendisliği
amet-erdgn@hotmail.com
Devamını oku...

29 Ekim 2014 Çarşamba

BİR IVERSON VAR BENDEN İÇERÜ…


Geçmişiyle yaşayan insanlar zor olur. Misal annem teyzemlerle telefonla ne zaman konuşsa, Rize’de 30 yıl önce olmuş bir olayı sanki 10 dakika önce olmuş gibi anlatır. Hiçbir ayrıntıyı unutmamıştır. Geçmişle hesaplaşması o kadar derindir ki annemin, bazen temizlik veya yemek yaparken sürekli dudaklarını oynatıp bizim duyamayacağımız tonda birilerine bir şeyler anlatır kızgın kızgın. Birileriyle kavga eder kendi kendine. Annemin geçmişi ile ilgili davaları o kadar fazladır ki; anı, günü yaşamayı geçip kız kardeşime “Karbonat neydi?” diyebilecek kadar bugünden uzaklaşmış durumdadır. Sonuçta annemiz ve alışmalıyız.

Anneme baktığımda Iverson’ın kariyerine bakıyormuş gibi oluyorum. Bence geçmişi çok başarılı ya da çok başarısız olan insan da gelecekte bir yerde ortak bir noktada buluşuyor. Biri hep o geçmişi hatırlayıp yaşadığı olumsuzluklarda geçmişteki başarılarıyla kendini tatmin ederken, geçmişi çok başarısız ve acı dolu olan başkasıysa ne kadar başarılı olursa olsun geçmişini kendi beyninde ve ruhunda silemediği gibi, bir ömrü hesaplaşma yaparak geçiriyor.

Iverson ise ikisini de hayatının değişik dönemlerinde yaşamış bir karakter ve bu da onu zaten zor karakterini çok daha fazla zorlaştırıp onu son dönemlerinde sevimsizleştirmişti. Bir insan, Iverson dahi olsa kendi içinde mutlu değilse, onunla birlikte aynı havayı soluyan insanların da mutlu olması beklenemez.

Iverson, bir röportajında küçüklüğüyle ilgili hatırladığı şeylerden bahsederken haftanın 3 günü evlerini lağım bastığını söylemişti. Aynı röportajda 3 kardeş olduklarını, babalarının küçükken onları terk ettiği gibi şeyler söylediğini de hatırlıyorum. Bu Iverson'ın karakterinin daha o yaşlardan şekillenmesini sağlamış. Aslında çok fazla da acıtasyon yapmadan, ne kadar zor bir çocukluk ve gençlik yaşadığı malum ve Iverson spora o kadar bu hayattan kurtulmak için sarılmış ki, hem Amerikan futbolundan hem de basketboldan draft hakkı elde edebilecek kadar yükselmiş. Spordan başka onu kurtaracak başka bir şeyin olmadığının farkına o genç yaşında varmak, çok önemli ve gerçek bir yürek işi.

Yürek demişken, 2001 Finallerinin ilk maçında gördüm o yüreği. Uzatmalarda Tyrone Lue’yu sağ dipte yaptığı Cross - Over sonrası yere yıkması ve kendinden çok emin bir şekilde potaya gönderdiği üçlüğün girmesinden sonra Lue’nun üzerinden koca adımlar atarak “Bu maç benim” mesajı vermesi, o anı televizyon karşısında canlı yaşayan biri olarak gerçekten çok hoşuma gitmişti. Fakat beni asıl tavladığı nokta maç sonu röportajındaki bir cümleydi.

"Biz burada NBA finalistiyiz ve bize saygı gösterin.".

Acaba neydi kazandığı bir maç sonrası bunu söylemesine sebep olan şey? NBA finali oynuyorsun ve senin tek bir derdin var, saygı duyulmak. Bunu gerçekten yüreğiyle oynayan biri söyleyebilirdi ve o da söyledi.

Iverson yıllarca çocukluğunda yaşadığı ezilmişliğin ve mutsuzluğun öcünü basketboldan alıyordu. Ne kadar çok sayı atıp, ne kadar çok maç kazanırsa o derece çocukluğundan uzaklaşacağını düşünüyordu.  İlk NBA’ye geldiğinde Jordan'la hafiften takıştı. Sonra Vince Carter'la. Ve günahı kadar basketbol sahasında sevmediği Kobe. Bunlar rakipleriydi ve bir derece normal karşılanabilirdi ama Iverson'ı bir derece Iverson yapan o dönemki Koç’u Larry Brown'la bile iki maçta bir gırtlak gırtlağa gelebilen biriydi. Bu sadece basketbol sahası dışında olanlar. Üniversitedeyken bir bar kavgası sonrası yattığı ufak süreli bir hapis, gittiği mekanlarda çıkardığı kavgalar ve çocukluk arkadaşlarıyla bir klan halinde aynı evde yaşamak gibi kendisine olan sempatiyi sürekli aşağı çeken sıkıntılı bir karakterdi Iverson. Daha da ileri gidip, yanlış hatırlamıyorsam 2002 yazında karısını gecenin bir vakti dövüp çırılçıplak sokağa atması artık bardağı taşıran son damla gibi görünse de, Iverson o zamanlar, o kadar büyük bir basketbolcuydu ki, koca Philadelphia halkı ellerinde pankartlarla Amerika yasalarına karşı resmen savaş açarak Iverson'u serbest bıraktırmıştı. 

Fakat Iverson o olaydan sonra bir daha toparlanamadı. Basketbol yeteneklerine o kadar güveniyordu ki, profesyonel bir sporcunun kafasını boşaltması ya da yaptığı işe konsantre olması gibi şeyler Iverson’un hiç yapamadığı şeylerdi. Iverson'un hep kafası doluydu ve hepsi de basketbol dışında doluluklardı. Bunlara rağmen onu ayakta tutan yüreğinin tek bir sebebi vardı sahada oynamak için; Kendini ispat etme çabası. Iverson'ın o kadar basit bir mutluluğu vardı ki, o akşam rakibini daha doğrusu onu tutan adamı paspas etsin ve ondan büyük bir oyuncu olduğuna ona ispatlamasın. Onun için koca basketbol külliyatının tek anlamı buydu. Fakat  takımı 40 sayı fark yese bile umursamayan bir çelişkiyi de beraberinde taşıyordu bu ispat çabaları.Hatta şu video her şeyi kelimelerden çok daha iyi anlatacaktır.


Bu bencillik artık Philadelphia taraftarını dahi "Tanrı" gibi gördükleri Iverson'a artık homurdanmasına sebep oluyordu. Buna karşılık (çenemi gösteriyorum) burasına kadar gelen Phili yönetimi de ilk takas teklifini değerlendirmekte hiçbir beis görmedi. Takas sonrası resmen Philadelphia’da çiçekler açtı (!) Kuşlar daha neşeli cıvıldadı (!) Philadelphia’da açlık ve yoksulluk sona erdi (!)

Takas sonrasında Denver tepeleri Iverson'ın yeni evi olmuştu. Iverson artık bu evde sadece eski evindeki gibi kendi egosuyla değil, yepyeni bir Süper yıldız adayı Carmelo Anthony'nin de egosuyla baş etmek zorundaydı. Tabi o takımda Kenyon Martin, Marcus Camby ve George Karl gibi bambaşka egolara da kendini dinletebilmeliydi. Yani artık sadece rakibine kendini ispat ettirmeye çalışan yürek, onun yanında görünen yuvarlak masa şövalyelerine de her gece kendini ispat etmek zorundaydı. Aslında böyle bir zorunluluğu olmasa da onun karakteri ister istemez kendini hep bir yarış içine sokuyordu. Çünkü maalesef Iverson bir takım sporcusu olamıyordu. Çocukluğundan gelen yalnızlığı ve o yalnızlığı örtmek için bizim pek aklımızın alamayacağı uçuk yaşamı ve kafa yapısı, hep onun o kafasında kendinin dahi çözemediği sorunlara ve o hep "kafası dolu" Iverson'a sebebiyet veriyordu.

Iverson, Denver'ı hiç sevmedi. Denver da zaten Iverson'ı hiç benimsemedi. Ona Superstar bir oyuncu gibi davransalar da, buna kendileri de inanmıyordu. Anadolu kulüplerinde oynayan Güney Amerikalı oyuncu kaprisleri Denver’a da İllallah çektirmeye başlayınca Detroit’le yapılan Chunsey Billups takası, bu sefer de koca Denver tepelerinden "Şen ola düğün" sesleri gelmesini sağlamıştı.

Iverson herkesi kendine düşman bellemiş adamlardan. Hep o anlaşılamamıştır, hep onu anlamamışlardır. Onda hiçbir zaman suç yoktur. Kendisi NBA tarihinin en önemli 2 - 3 oyuncusundan biridir ve hep ona haksızlık yapılıyordur. Yıllarca bu zırvalara inanarak yaşayan Iverson, Detroit'in kendisine ihtiyacı olduğuna kendini inandırmış bir şekilde oraya gidiyordu. Denver’da yaşadığı savaşın yaralarını sarmak ve onlardan intikam almak duygusuyla hareket etse de, kontratının son senesinde olduğundan buna pek fırsatı yoktu. Aslında Detroit, Salary Cap'ini sezon sonunda boşaltmak için kendisini almıştı ve Iverson bunu adı gibi bilmesine rağmen yaşamadan inanmak istemiyordu. Çünkü Iverson'un kendi içinde aşamadığı sorunları, artık yeteneklerinin kısıtlanması ve geçmişindeki başarılarla yaşaması onun burnunun ucunu bile görmesine izin vermiyordu.

Sene sonunda Detroit’ten ayrılıp (bizim için) az bir paraya Memphis’e gitti. Kenardan gelmeyi kendisine yediremeyip arıza çıkaran Iverson’ın, buradan da üçüncü maç sonrası şutlandı. Son bir nostalji ile yıllardır hiçbir hedefi olmayan Phili’de sene sonuna kadar babasının çiftliğindeymiş gibi takıldıktan sonra, “Free Agent” olarak koca bir yaz geçirip, bütün takımların “Allah’a yakın, bana uzak olsun” dediği adam oldu.

Guti, Queresma ve Simao’nun Beşiktaş’a transfer olduğu sezon futbolda ağzı sevinçten beş karış açık Beşiktaş taraftarı olarak basketbolda da Iverson ile sözleşme imzaladığında hem gönül verdiğim takıma geldiğinden dolayı inanılmaz sevinmiş, haritada yerini bile gösteremeyeceği bir yere geldiği için inanılmaz şaşırmış ve kariyeri buralara düştüğü için de inanılmaz üzülmüştüm. O sıra askere gitmek üzere olduğumdan gelişini ve birkaç maçını hatırlasam da o gittiğinde ben sivil hayatta olmadığımdan neden ve nasıl gittiği hakkında bir bilgim yoktu.

İki ay oynayıp kaçmış. “Sakatlık sebebiyle” lafı bana pek inandırıcı gelmemişti. Çünkü ben onun yüreğine ve geçmişine, Avrupa’da oynamayı yediremediğine inananlardandım. O egosunu ve yüreğini öyle bir büyütmüştü ki, NBA tarihinin en büyük oyuncularından biri olacağına kendini bu kadar inandırmışken, yeteneklerinin ve oyununun tartışılır hale gelmesini hiçbir zaman kaldıramadı. Korkuları ve çözemedikleri basketbol hayatının sonu oldu. Ya da daha doğrusu yıllarca yaşadığı başarısızlık korkusunun zırhı bir kere delindi ve o delik büyüdükçe Iverson çaktırmasa da kendini bile kendi içinde tartışır hale geldi.

Sonraki yıllarda birkaç yerde daha oynamaya çalışsa da olmadı. Oynadığı ligler de maç başına para aldığı Tayland ligi falan. (Wikipedia’daki kariyerinde bile yazmıyor) Beşiktaş’ta oynarken bile 35 yaşındaydı ve o yaştan sonra hangi takımın, nasıl bir parçası olacaktı ki?

Sonraki dönemlerinde spor değil, üçüncü sayfa haberlerinde çıkmaya başladı dünya basınının karşısına. Kumar ve alkol sorunu, sorun olmaktan çıkmış başka bir boyuta geçmişti. Hatta ayakkabılarını yapan Reebok şirketinin kendisiyle 50 yaşına kadar yaptığı kontratın ücreti bile temlik altına girmişti. Basında “Bir çizburger bile alacak parası kalmadı” tarzında Zaytungvari haberler çıksa da, (ölüsü bizi gömer) maddi olarak kötü bir dönem geçirmeye başlamıştı.

Sabah NTVSPOR’DA “Tarihte Bugün” köşesinde Iverson’ın Türkiye’ye geldiği gün olarak bugün anlatılıyordu. 29 Ekim 2010. Aradan 4 yıl geçmiş. Iverson iflas eden ya da kariyerini berbat eden ilk profesyonel sporcu değil. Fakat benim yaşarken hatırladığım ilk “saygı” isteyen oyuncu. Belki de buydu diğer oyunculardan onu daha çok sevmem ve onun başarılı olmasını istemem. Çünkü havada o kadar çok paralar dolanıyor ve bütün oyuncular o kadar ruhsuz ki artık, aidiyet duygusu ve saygı gibi şeyler kimsenin pek umurunda değil. Yoksa herkesin malumu olan bencillikleri, hiçbir takıma uymayacak kimyası ve en başta anlattığım gibi geçmişiyle yaşaması ve o geçmişin yükünü bir türlü kaldıramaması onu sevmemek için binlerce sebep.

Eski Iverson sevenler olarak toplanıp hep bir ağızdan “Sebebi neydi ki?” diye bağırsak, duyar mı acaba sesimizi? Ya da bırakalım o mutlu olduğu geçmişiyle yaşasın.

Biz de 29 Ekim 1923’ü ailemizin bizi ilk götürdüğü törende nasıl sevmişsek, okulda Cumhuriyet Bayramı şiirimizi okurken ilk nasıl heyecanlanmışsak ve Cumhuriyet’in ne demek olduğunu gerçekten ilk ne zaman anlamışsak, onları hiç unutmadan yaşayalım. Bizim unutulmayacak geçmişimiz de bu olsun.


Özgür Şevki Öztürk


                                                                                                                                                                                                                    

Devamını oku...

27 Ekim 2014 Pazartesi

DEMOKRASİ AÇILIMI



Ülkemiz yine birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğumuz zamanlardan birini yaşıyor. Şükürler olsun ki kazasız belasız bir derbi atlattık. Galatasaray dibini kazıyor, Beşiktaş uçuşuna ihtişam katmış ama destek görmek istiyor. Fenerbahçe derbi sonrası daha önce zemini yeterince hazırlanmış olan İsmail Kartal’ın durumuyla boğuşuyor. Anlayacağınız yine arap saçı oluvermiş memleket futbolu. Fakat bunca gelişmenin arasında Fenerbahçe için dikkatleri çeken bir konu daha var. Yazıya ismini veren demokrasi açılımı. Yani Fenerbahçe’nin 1 Milyon Üye Projesi. Bu proje nedir, neleri kapsar, içeriği nedir gibi soruların cevabını araştırmaya çalıştım.

Bu proje daha önceden Aziz Yıldırım tarafından açıklanan ve hayali kurulan bir projeydi. Hayata geçirilme aşamasında zorluklar yaşandı çünkü bazı tüzük değişiklikleri yapılması gerekiyordu. Ve böyle özel ve önemli bir atılımın alt yapı çalışmaları sağlam yapılmalıydı. Hazırlık döneminde Fenerbahçeli hukukçulardan oluşan ekip hem tüzük üzerinde yapılması gereken değişikleri araştırdı hem de dünya üzerinde en çok üyeye sahip iki kulüp olan Barcelona ve Benfica’nın üye özellikleri araştırıldı. Ve ülkemize uyarlanmış ve tasarlanmış hali olan bu proje ortaya çıktı. Soru-cevap halinde projeyi irdeleyelim.

Kulübe nasıl üye olunacak?

Kulübe daha önce üye olunmak istendiği zaman 10.000 TL ilk giriş parası yatırılması gerekiyordu. Bu meblağın yüksek oluşu üye sayısını 16 binlerde tuttu. Bu proje ile üye sayısının arttırılması amaçlandı. Bu amaç doğrultusunda ilk üyelik ücreti 2.000 TL olarak belirlendi. Ve yıllık aidat ücreti 50 TL olarak açıklandı.
Bu giriş ücreti azaltıldı fakat burada ince bir ayrıntı var; daha doğrusu yanlış aktarılan bir ayrıntı. Kulübe üyelik şu an iki isimle sağlanır durumda. Bunlardan birincisi Fenerbahçe Spor Kulübü Üyeliği ki bu giriş ücreti 10 bin TL olan diğeri ise Temsilci Üyelik olarak yeni projede hazırlanan üyelik statüsü. Bu statünün ilk giriş ücreti 2 bin TL.

Oy kullanma hakkı nasıl kazanılacak?

Bu konuda araştırmalarım sonucu birbirine benzer iki farklı bilgiye ulaştım. Buradan iki durumu da paylaşacağım. Öncelikle Kulüp Üyeleri ilk andan itibaren seçimlerde oy kullanma hakkına sahip olacak.
Benim için muallakta kaldığım durum ise ikinci üye profili olan Temsilci Üyeler. Kulübün açıklamalarından anladığım kadarıyla bölgede yapılacak şube temsilcilerine oy kullanma hakkı tanınacak. Yani her Temsilci üye oy kullanamayacak. 81 ilde açılacak şubelerin delege seçimleri olacak. Bu üyeler buralara aday olabilecek ve seçilmeleri kazandığı takdirde oy kullanma hakkına sahip olacaklar.


Diğer bir karşılaştığım bilgi ise; Temsilci Üyelerin 5 yıldan sonra oy kullanma haklarına sahip olacakları şeklindeydi. Bu bilginin doğruluğunu teyit edemesem de paylaşmakta yarar var.

Fenerbahçe ilelebet Fenerbahçelilerin kalsın diye!

Bu proje ile hem kulübe maddi gelir sağlanması amaçlanıyor hem de uzun vadede daha fazla üyenin oy kullanabildiği ve taraftarın oy etkisi ile yönetime direk etki ettiği bir yapı kurulması planlanıyor. Yani kulüp taraftardan para alınarak da olsa gerçek sahibine iade edilmiş oluyor.
İşte tam da bu noktadan sonra bir vizyon değişiminin de sağlanması gerekiyor. Evet geleneği olan bir takım Fenerbahçe buna itirazım yok. Fakat bütün branşların, şubelerin üzerinde de bir gelenek, bir duruş oluşturulması gerekiyor.

Nasıl gelenek oluşturulur?

Bu başlıkta amacım takıma sevdalı ve profesyonel insanların takımların ve idare mevkilerinin başına geçmesi. Hem sevdalı hem profesyonel insanların aynı anda bulunması zor biliyorum. Ama zamanla bunun temelleri atılmalı. Özellikle takımlara bir karakter kazandırılmalı. Bu karakter bilinci ile alt yapılar çalışmalı ve A takıma oyuncu verebilmeli. Hatta yapılan yabancı transferlerde de son durak olmaktan çıkılıp daha büyük hedefler doğrultusunda adımlar atılmalı.

Bu projenin Fenerbahçe’de yeni başlanan koşunun ilk adımları olmasını umuyorum. Ve gelecek adına güzel duygular beslemeye devam ediyorum.





Ahmet Erdoğan
Kocaeli Üniversitesi Metalurji Malzeme Mühendisliği
amet-erdgn@hotmail.com
Devamını oku...

20 Ekim 2014 Pazartesi

Anadolu Efes , Değerli Yalnızlık




Anadolu Efes Basketbol Kulübü bu ülkede basketbolun tanıtılmasında, yayılmasında ve sevilmesinde en büyük payı olan oluşumdur. 90’lı yılların başlarında yaptıkları yatırımın meyvelerini Avrupa’nın ve NBA’in en çok saygı duyduğu basketbol organizasyonlarından biri olarak topladılar yıllarca. Altyapılarından yetiştirdikleri ya da çok genç yaşlarda Efes organizasyonu içinde bir şekilde yer almış çoğu oyuncu belli bir saygınlık kazandığı gibi, belli kariyer basamaklarını da tırmandılar. Forrest Gump filmi setinden hallice her şeyin tesadüfler zinciri gibi yaşandığı bir ülkede o zamanların Efes Pilsen’i, çok önemli bir sistem ve bu topraklarda nadir görülebilecek bir gelecek vaat ediyordu.
            
Yukarıda övgü dolu sözlerle bu ülkede basketbolun önünü açan, Almanya gibi her spor dalında önemli sporcuları ve başarıları olan bir ülkenin bile 2 – 3 yıl önce daha yeni yeni yapmaya başladığı basketbol devrimini 20 -25 yıl önce Efes, Türkiye gibi bir yerde de yapsa, gelinen nokta tam şarkıda denildiği gibi “dönülmez akşamın ufku”.
            
Zincirin nerede koptuğu ve sonuçlarının ne olduğundan bağımsız olarak irdelemek gereken ciddi bir sorunlar kümesi Anadolu Efes. Bunu şöyle açıklarsak daha iyi anlaşılabilir. Aydın Örs’den sonra gelen bütün koçların Efes’de karşı karşıya kaldığı bir gerçek var. Yıllardır bu gerçek tüm basketbol yazarları ve televizyona çıkan tüm yorumcuların dillerine pelesenk olup, sadece iki kelimeyle geçiştiriliyor. “Yapısal sorun”. “Efes’de yapısal sorun var”. “Efes’de yapısal sorunlar var.” ve türevleri.
            
Nedir bu “Yapısal sorunlar” diye sorulduğunda ise genellikle saha içinden zıtlıklarla örnekler verilip konu dönüp dolaşıp “Sergen ile Tümer birlikte oynar mı?” sığlığında tıkanıp kalıyor.
            
Gerçekten Efes’de ciddi olarak bahsedilen yapısal sorunlar var. Hem de çok fazla. Bunların belki de en önemlisi Anadolu Efes hiçbir yere ait olmayan bir kulüp. Her ne kadar bir Anadolu yakası insanı olarak pek bilmediğim Merter ve Bahçelievler gibi yerleri mesken tutsalar da, oraya da ait bir kulüp değil. Ait olamamaktan bahsetmişken, konunun Efes için başka bir dezavantajı daha var. Tofaş, Banvit ve birçok müessese kulüplerinin avantajına olan bir ile ya da ilçeye ait olma durumu, Efes’in İstanbul’da olmasından dolayı hiçbir şekilde oluşmadı. Ait olmamanın acısını ise o bölgenin insanlarının bu kulübü sahiplenmemesi olarak yıllardır Avrupa’nın ve Türkiye liginin en az taraftar ortalamasına oynamalarından anlayabiliyoruz. Bu arada Efes’in ikamet ettiği yerdeki insanların sosyo – ekonomik durumu ile Efes organizasyonun hitap ettiği insanların sosyo – ekonomik durumu arasındaki derin uçurum kendi içinde ayrı bir tutarsızlık. Ezcümle Efes’in var olan az bir taraftarı her ne kadar iyi niyetle organizasyonlar düzenleyip, bu takıma destek olsalar da boş salonlar bu takımın kaderi. En başarılı olduğu sezonlarda, üç büyük takımının basketbolunun rezil sezonlarından dolayı Abdi İpekçi’yi dolduran binler, kulüp takımları da bu pastadan pay isteyince ve Efes’in rezil sezonları da arka arkaya gelince her gün kan kaybeden bir Efes tribünü ortaya çıktı. Bu tabii ki, taraftar baskısı olmadan daha rahat bir kafa ile maça çıkıyorlar gibi görünse de, “Bize her yer deplasman” durumu da kaçınılmaz oldu. Tabi iten bir güç olmayınca Efes’e dışarıdan gelen bütün oyuncular kariyerlerinin en düşük performans sergiledikleri dönemleri hep bu forma ile geçirdi. Birkaç istisna maalesef bu konuda kaideyi bozamıyor.
           
Peki tüm suç bu kulübü sahiplenmeyen taraftar ve taraftarı çok önemsemeyen Anadolu grubunun mu? Tabi ki hayır! Sorun bu kulübün bir müessese yani ticarethane olduğu gerçeği. Yıllar önce belki birkaç yıl sabredip Avrupa’nın en büyüklerinden biri olabilecek Tofaş’ın “Ben bu maliyetleri kaldıramam” diyerek şampiyon oldukları sene kulübü amatöre çekmeleri gibi her zaman bu tehlikenin varlığı söz konusu müessese kulüplerinde. Zamanın Paşabahçe’si, Eczacıbaşı’sı şu an için aklıma gelen onlarca örnekten ikisi. Yani Tuncay Özilhan’ın Anadolu Efes kulübü yüzünden ticarethanesi bir lira zarar etse 10 güne bakar bu kulübün kapanması. Bu işin Avrupa’da reklam gelirleri var, vergi avantajları var, falanı filanı derken bir sürü teknik detayı var. Ülker grubu bile kulübü kapadıktan sonra üç büyük takıma destek verip, sonra Fenerbahçe bünyesinde bütün desteğini topladı, o da yetmedi Ataşehir’deki salonu yaptı. Bunları tabi ki babasının hayrına yapmadı. Bu tarz işler müesseselere en başta reklam gibi ciddi avantajlar getiriyor. Efes ise hala yalnız ve son zamanların favori deyişiyle “Değerli yalnız”. Bu da sanırım onların en çok istediği şey.
           
Lafı gelmişken söylemem gerekirse, bir Beşiktaş taraftarı olarak çoğu Beşiktaş taraftarının aksine ben yıllardır bir şehir efsanesi olmuş olan “Beşiktaş Efes” birleşmesine karşı biriyim. Sebep olarak ise, Fenerbahçe ile Ülker’in birleşmelerinde basına yansıyan sorunsuz görüntü, Beşiktaş ve Efes kulüpleri için geçerli olmayacaktır. Büyük bir yetki karmaşası oluşabileceği gibi Tuncay Özilhan’ın başında olduğu bir oluşum, Beşiktaş’ta bir iki başlılık oluşturup kulübe daha çok zarar verebilir. İyi bir Beşiktaş’lı olduğu bilinen Tuncay Özilhan’ın bu konumda pek ikinci adam olarak kalmak istemeyeceğini, bunu kabul edip sadece basketbol operasyonlarının başında olsa bile, mevcut Beşiktaş kulübü başkanı için kendisi her zaman bir tehlike ve tehdit olarak görülecektir. Bundan da en büyük zararı Beşiktaş görecektir. Zaten basketbola bakış açıları tamamen zıt iki oluşumun böyle bir evliliğe girmeleri erken bir boşanmayı beraberinde getirip daha büyük tahribatlar bırakabilir. Böyle bir durumda bir Beşiktaş’lı olarak Beşiktaş’ın daha büyük zarar göreceğini düşünenlerdenim.
            
Basketbola bakıştan bahsetmişken artık biraz da saha içine girelim. Efes’in uzun yıllar bütün takımları en az 30’a bağladığı dönemler artık çok gerilerde kaldı. Her ne kadar Türkiye Ligi şampiyonlukları onlar için çok bir şey ifade etmeyip, en büyük önceliği Avrupa olan bu takım yıllardır mücadele ettiği kupada 14 yıldır Final Four’a kalamıyorsa burada ciddi bir sıkıntı var demektir.
            
Oynanan basketbol, her yıl harcanan bir dünya para ve her sene Avrupa’nın en çok para harcayan takımların Final Four’unu kimseye kaptırmayan Efes, bu seneye de farklı girmedi. Zamanında CV’lerinde Efes görüldüğünde bir basamak üzeri takımlara ve liglere giden oyuncular son 5 yılda birkaç istisna dışında çok alakasız ve alt seviye takımlarla anlaştılar. Hatta Stanco Barac 28 yaşında ve şu an kulüpsüz.
            
David Blatt gittiğinden beri Efes her sene şuursuz bir transfer politikasıyla hareket ediyor. Bu süre 7 yıl gibi gerçekten uzun bir süreyi kapsıyor. Gelen yerli ve yabancı bütün koçlar ve oyuncular her anlamda bir dip görüyorlar bu forma altında. Bu neden böyledir, niye böyledir diye düşünmeyi bırakıp bu seneye bakarsak, değişen hiçbir şeyin olmadığı çok belli.
            
Geçen senenin ortasında Oktay Mahmudi’den boşalan göreve iki yıldır boşta olan İvkoviç düşünüldü. İvkoviç sene ortasında takım almayacağını, hasar tespit yapması için Yunanistan’ın gelecek vadeden coachlarından Vaggelis Aggelou’yu yerine gönderdi. Efes için geçen sezon zaten o gün bitti. Yeni sezon geçen Perşembe günü oynanan Kazan maçıyla başladı. Arada her ne kadar Türkiye Kupası ve Gaziantep maçları olsa da, Efes için bu maçlar Euroleague hazırlığı için oynandığını herkes biliyordu.
            
Aggelou ve İvkoviç yarım sezondan fazla bir süre bu takımın derdi, tasası, sorunu her neyse tespit etmek için uğraştı gibi görünse de ortaya çıkan görüntü ne yazık ki kaybolan diğer senelere +1 yazılacağı yönünde.
            
Pota altından başlarsak, güzel bir temizlik yapıldı. Malum Semih ve Barac hamlesi zaten beklenirken bir de sepete Savanoviç’in eklenmesi biraz daha umut oldu, hiç olmazsa Avrupa’da Efes’i destekleyenlere. Fakat Sariç gibi her gün ne vereceği meçhul ve ne kadar gelişeceği muamma bir oyuncuya bel bağlamak bana mantıklı gelmedi. Ayrıca anlatılan kadarıyla Gaziantep maçı kadrosuna alınmayınca arıza çıkarması zamanla sıkıntı yaratabilir. Lasme her ne kadar doğru bir hamle olsa da, savunmada atletik özellikleri dışında hücumda bir tehdidi olmayan bir oyuncu. Ama Lasme hiçbir zaman gereksiz bir oyuncu olmadığı gibi takımda her zaman olmasını isteyeceğiniz tarzda bir oyuncu. Hatta 31 yaşında, kariyerinde pek bir hedefi kalmamış, oynadığı oyun kurucuya çok bağımlı ve Efes ile geçireceği en fazla iki yıldan sonra belki de basketbolu bırakacak Krstiç ile yola başlamak ise sezon içinde Lasme’nin sırtına daha büyük yükler bindirebilir. Geçen seneden kalan Bjelica her ne kadar dış şutu ve iyi niyetli olsa da 4 numara savunmasındaki defoları çok belli. Deniz Kılıçlı zaten bu seviyenin oyuncusu değil. Emircan’a ise bu sene sıra geleceğini pek düşünmüyorum.
           
Perperoglou ve Matt Janning forvet olarak Avrupa basketbolunu da iyi bilmelerinden dolayı çok doğru tercihler. Hatta Perperoglou her şeyden önce kazanmayı bilen bir oyuncu. Efes’in son yıllardaki en büyük ihtiyacını karşılar ve bence senenin en mantıklı ve bilinçli hamlesi. Matt Janning ise İtalya gibi düşük seviyeli ama sert bir ligde Avrupa basketbolunu öğrenmiş iyi bir görev adamı. Belki yerine geldiği Kostas Vasileiadis kalsaydı çok daha iyi olabilirdi ama olmadı. Arkalarındaki Cedi ve Furkan ise İvkoviç tedrisatında gerçekten önemli oyunculara dönüşecek kapasitede oyuncular. Hele Furkan’ı izlerken en son ne zaman bir oyuncuyu izlerken bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Sakat Birkan ise dönse bile bu seneyi 5. opsiyon olarak geçirme ihtimali var.
            
Oyun kurucuya gelirsek işte o bölge tam zurnanın zırt dediği nokta. Peşinen söyleyelim. Bu sene Draper ve Doğuş ile geçmez. Hatta Doğuş’dan oyun kurucu olmaz. Keşke bu sene Planiniç kalsaydı diyen çok kişi var ki çok haklılar. Thomas Huertel ismi bir ara ortada dönse de, bu seneyi Laboral’de geçireceğini açıkladı. Kesinlikle bu pozisyona bir oyun kurucu alınması gerekiyor ve Avrupa’da Efes bu oyun kurucu rotasyonuyla Top 16 için ciddi bir takım gibi durmuyor.
           
Efes, Kazan’ı sezonun bu ilk Euroleague maçında yendi. Euroleague’in bu en rahat grubunda sezon için bu maçı kazanmak hiçbir gösterge olmayacak. Çünkü gerçek sezonun Top 16’da başladığını ve Efes’in geçen akşam çok zorlanmadığı Kazan’ın işte o zaman nasıl başka bir takıma evrileceğini hep beraber daha iyi göreceğiz. Olympiakos’un İvkoviç gittikten sonraki sezon başında Efes’den Abdi İpekçi’de nasıl fark yiyip o sene tekrar Euroleague’i kazandığını hatırlamakta fayda var.
            
Efes sezonun ortalarına doğru her sezon yaşadığı o “değerli yalnızlık” sendromunu bu sene nasıl atlatır bilmem. Onu atlatırsa zaten görüp görebileceği en büyük başarı son 8 olacaktır. Final Four bu Efes yapısıyla yine hayal ve parasını verip Phil Jackson’ı bile getirseniz bu hedefsiz düzende başarılı olması çok zor. Düşünün ki, yıllar önce 5 yıllık sözleşme imzalanan Miroslav Raduljica hiç Efes forması giymeden geçen seneyi NBA’de geçirirken, Efes Semih ve Barac’a mahkum kalmıştı. O Barac için feda edilen Estaban Batista geçen sene Karşıyaka’da yaptıklarından sonra Lasme’nin yerine Panathinaikos’a gitti bu sene. Jordan Farmer gibi bir oyuncunun burada kazandığının üçte birine NBA’ye kaçması (Sonuçta Amerikalı yine de anlayabiliyorum) ya da Sasha Vujacic’in geçen seneyi boş geçirip şimdi İtalya’da sponsorlarından adı bile anlaşılamayan bir takımda oynaması Efes basketbol markasına günden güne zarar veren şeyler. Kulübün her sene kazık paralara Yugoslav menajerlerin çiftliğine dönmesi ve Avrupa’da kazanacaklarının 3 – 4 katına Efes’e Yugoslav oyuncularla sözleşme imzalatmaları, belki de yukarıda saymadığımız yapısal sorunların en dile getirilemeyen ve en çok can yakanı.
            
Yıllar evvel Efes’in altyapısına girip, Türkiye’de oyuncu tarayan bir ortaokul arkadaşım vardı. 10 yıl kadar önce bir gün kendisiyle otobüs durağında karşılaştık. İkimiz de zamanında sınıfta basketbol delisi olduğumuz ve o dönem yakın arkadaş olduğumuzdan birbirimizi hatırlamamız zor olmadı. O gün hoş beş muhabbetten sonra konu onun işine geldi ve biraz işin tekniğinden konuşmaya başladık. O gün “Efes için en önemli şey savunma. Her şeyin başı savunma. Ona göre yapılıyor bizde bütün o taramalar ve araştırmalar” diyerek bana bir basketbol felsefesinden bahsetmişti. Fakat yıllardır o felsefenin çok zıttı işler dönüyor göründüğü kadarıyla A takımda. Gelen hocalar, giden oyuncular, bu ülkenin harcanan tonlarca parası…
           
Bir umut! Furkan Korkmaz var bu sene gelişimini takip edeceğimiz, biraz da Cedi. Gerisinin koç İvkoviç de dahil, herhangi bir yaraya merhem olabileceklerini düşünmüyorum. Yarım sezon bu takımı tahlil edip oyun kurucu pozisyonunu Doğuş ve Draper ile idare etmeye çalışırsan kimse senin burada yeni bir sayfa açıp, Efes’in makus talihini değiştireceğine inanmaz. “Böyle gelmiş, böyle gider” derler ya! 10 yıl sonra da Efes için aynı şeyleri konuşuyor olabiliriz. Tabi bir gün Tuncay Özilhan’ın kafası bozulup kulübü kapatmazsa.
                                                                                           

                                                                                             
Özgür Şevki Öztürk
ozgursevkiozturk@gmail.com
Devamını oku...
Murat Çolakoğlu Murat Çolakoğlu